Etik İlkeler Özlük Hakları
KIYILARDA YAPILAN TAHSİSLER NASIL BİR POLİTİKANIN DIŞAVURUMU?
RAPORLAR
Yayına Giriş Tarihi
2006-06-05
Güncellenme Zamanı
2006-06-05 15:41:46
Yayınlayan Birim
MERKEZ

Bu düzenlemelere dikkatlice bakıldığında; kıyılarımızı ve tüm doğal-kültürel değerlerimizi asla tekrar üretilemez ve paha biçilemez nitelikleriyle koruyarak gelecek kuşaklara aktarma sorumluluğumuzu tamamen unutarak, koruma-kullanma dengesinin gözetilmesinden çok, bu değerlerin en acımasızca kullanılması ve tüketilmesi yolu seçildiği net bir biçimde görülüyor. Bu seçimi, sit alanlarını “turşu”ya benzeten ve “kullanılmaması halinde içi geçecek”, “afiyetle yenmesi gereken” metalar olarak tarif eden üst düzey açıklamalardan da açıkça okumak mümkün.
Kent ve kamu yönetiminden, kentsel dönüşüme, orman alanları ve tarım topraklarından kıyılardaki düzenleme arayışlarına kadar bir çok tasarının yasalaştığı bu dönem, tasarıların bütünlüklü bir yerleşme politikasından yoksun olması, kent ve kamu kaynaklarını korumaktan çok tüketebilecek içerikler taşıması, tüm doğal, kültürel ve kentsel unsurları salt ekonomik değerleri bağlamında ele alması ve bazı yasadışı gelişme ve eğilimlerin meşrulaştırılması yönünde riskler taşımasıyla ön plana çıkıyor. Bu yasal düzenlemelere özellikle kıyılarda yoğunlaşan ancak kültür varlıklarını da unutmayan(!) tahsisleri de eklemek mümkün.
Hızla yasalaşan düzenlemelerle, tarım arazilerinin sembolik bedeller karşılığında işgalcilerine satılmasını veya kullandırılmasını sağlayarak  yasadışı uygulamaları affederek, bu arazilerin yağmalanmasını özendirirken, “tahsis” yoluyla da tüm doğal ve kültürel değerleri “paraya çevirmeyi” hedefliyor. Örneğin, 4916 sayılı Kanun ile; kıyı alanları ile bütünleşen orman niteliğindeki alanlara tahsis verilerek yapılan turizm tesislerinin plan ve projesine aykırı yapılmaları halinde, bu tahsisler için açılmış davalardan proje maliyet bedellerinin %3’ünün ödenmesi halinde vazgeçileceği hükmü getirilmekte. Bu Kanun maddesi, kıyıların tarımsal, doğal niteliklerinin ne kadar önemsendiğinin(!) basit bir göstergesi.
Bu tip yasal düzenlemelerin son halkasını oluşturan Kıyı Kanunu Tasarısı da, kente ve mekana yönelik bu genel endişeleri fazlasıyla içeriyor. Tasarının kamuoyuna yansıyış biçimine ve sakıncalarını belirtir uzman kurum ve meslek odası görüşlerinin basında yer alamayışına(!) bakılacak olursa, bu tasarının kısa sürede yasalaştırılması yolunun seçileceği söylenebilir.
Tüm bunlar, kıyıların, değerli tarım topraklarının ve ormanların amacına uygun bir biçimde kullanılması ya da değerlendirilmesi kaygısından öte, sadece anlık ekonomik değerleriyle ele alındığını açıkça ortaya koyuyor. Oysa tüm bu eşi bulunmaz doğal ve kültürel değerler bir arada, doğru biçimde sunulduğunda ve kullanıldığında “altın yumurtlayan tavuk” olduğu unutuluyor. Turizmi tarımsal üretime, doğaya, kültür varlıklarına ve zenginliğe alternatif göstermeye çalışan ve kalkınmanın sadece turizm, yol ve inşaat ile gerçekleşeceğini kamuoyunun bilinçaltına işlemeye çalışan yaklaşım, kentlerde, doğa ve kültür varlıklarında nelerin yitirildiğini ise kamuoyundan gizlemeye çalışıyor.
Yerel Yönetimler, Toprak Koruma, Kültür ve Tabiat Varlıkları ve bölgelere özel kentsel dönüşüm kanunları gibi yasalaşan düzenlemeler ile bir çok yeni kurumsal ve yapısal düzenleme gerçekleştirilirken, bunların birbiriyle bütünleşip bir dil ve anlayış birliği oluşturduğunu söylemek olası görünmüyor. Ayrıca yasalaşan bu düzenlemelerin, tasarı halindeki Kentsel Dönüşüm ve Kıyı Kanunları gibi yeni düzenlemelerle de aynı dili konuştuğunu söylemek güç. Bu yasal düzenlemeler çok hızlı bir biçimde hayata geçirilir ve kentlerin, doğal ve kültürel varlıkların korunması/planlanması anlamında birbiriyle çelişen tutumlar uygulanmaya çalışılırken, tüm bu düzenleme arayışlarının odağına oturması gereken imar ve yapı mevzuatına ilişkin düzenlemeler ise “ayaklara bağ” görülüyor.
Kıyılardaki sorunları çözebilmek(!) adına üzeri örtülü “af”ları içeren tasarıların kamuoyundan kaçırırcasına meclise sunulması, tarım toprakları üzerinde kaçak yapılmış tesislerin “ücreti karşılığı” affedilmesi, içerisinde planlama sözcüğü geçmeyen yönetmeliklerin yıpranan kent dokularını koruyacak eşsiz çözüm olarak tanıtılması, “proje” ve “sınır” bazında belirlenecek kentsel dönüşüm projelerinin, kentlerin tüm yapısal sorunlarını çözecek sihirli anahtarmış gibi gündeme getirilmesi, en değerli koyların çok yoğun yapılaşmalara konu olacak biçimde “tahsis” edilmesi, amacı dışında kullanılan tahsislere açılan davalarda “ücreti karşılığı” vazgeçilmesi, dil birliğinden yoksun olsa da sorunlu bir bakışın dışavurumları.
Dikkatlice incelediğinde birbiriyle çelişen ya da ayrışan hükümler içeren, dil birliği sunmayan ve bir sistemin parçası olarak ifade edilemeyecek tüm bu düzenlemelerin, kente ve mekana salt ekonomik değeri üzerinden bakan, anlık sorunlara çözüm bulmayı hedefleyen, “yatırımcının önünü açmayı”, “kentleri pazarlamayı”, “kıyıları turizme kazandırmayı”, “ormanları paraya çevirmeyi” odağına koyan “rant arayışları” ortak paydasında buluştuğu söylenebilir. Kente ve doğaya sadece ekonomik değeri üzerinden yaklaşan ve kullanım değerini yok varsayan bu seçim, her alanda gündeme gelen ya da tartışılmadan yasalaşan tasarılarda çok açık okunuyor. İçeriği boşaltılan, kent bütününden kopartılan, çevresiyle, sosyal yapısıyla ilişki kurmayan bir kentsel dönüşüm yaklaşımının, Odamızın yıllar önce gündeme taşıyıp, hakkında sempozyumlar yaptığı ve sosyal-ekonomik içerik ve nitelikleriyle kent bütününde ele alınacak bir uygarlaşma projesi olarak işaret ettiği kentsel dönüşümden epeyce farklı olduğu ortada. Benzer biçimde, kıyıların korunması anlamında şikayetçi olduğumuz Turizmi Teşvik Kanunu’nu dahi aratacak uygulamalara olanak sağlayan Kıyı Kanunu Tasarısı ile, tahsisli arazilere kaçak yapılmış turizm tesislerini yine “ücreti karşılığı” yasallaştıran 4916 sayılı Kanun da, Odamızın, üniversitelerimizin kıyılarda, ormanlarda yapılması gerekenleri ifade ettiği görüş ve değerlendirmeleriyle çelişen hükümler içeriyor.
Şüphesiz bir kente anlam kazandıran, orayı özgün ve farklı kılan tarihsel süreçler, kültürel değerler, yaşanmışlıklar ve sosyallikler var. Bu katmanların üst üste gelerek ürettiği değerler kenti ya da “mekan”ı diğer “yer”lerden ayıran, zenginleştiren, kullanımından, yaşanmasından kaynaklı, ekonomik değerleri de aşan özgünlükler sunuyor. Üstelik bu zenginlikleri yitirmenin ekonomik anlamda da ölçülemeyen büyük bir bedeli var. Boğaziçini, Haydarpaşa’yı, Süleymaniye’yi, Zeyrek’i, Güvenparkı, Kızılay Meydanı’nı, Yeni Sahne’yi, Ulus’u, Dalyan koyunu, Ölüdenizi, Safranbolu’yu,  Karadeniz ormanlarını hangi ekonomik değerle ölçebiliriz ki… Su havzalarını, kıyıları, ormanları ve hatta giderek kentleri sadece ekonomik değerleriyle metalaştırarak, buralarda üretilen, yaşanan, kullanılan, insana özgü, doğaya özgü, kültürel, sosyal değerleri nasıl yaşatabiliriz ki….
Kullanım değeri ve planlama derken, bu eşi bulunmaz değerleri bir anda en yüksek ekonomik değere çevirme endişesiyle  yitirmenin, doğayı da, kentleri de, turizmi de öldürmek anlamına geldiğini, ekonomik çerçeveyle sınırlı kalmayan bir bakış açısıyla, altın yumurtladığını düşündüğümüz tavuğu kesmek anlamı taşıdığının altını çizmeye çalışıyoruz..
Kavramların içini boşaltan ve gündelik sorunlara müdahale etmek isterken, bir çok ve karmaşık yeni sorunu hazırlayan bu sorunlu yaklaşım, kentlerimizin içerisine de her geçen gün “kerameti kendinden menkul projelerle” yansıyor. Kentlerimizin bütününde yürütülen üst ölçekli planları en baştan uygulanamaz ve  çözüm üretemez hale getiren, bu çalışmalarla bütünleşemeyecek ekonomik değer kaygısı dışında derinlik oluşturamayan “pazarlama amaçlı projeler”, planlama çalışmalarını bu “rantsal bölüşüme” dayanak yapmaya çalışıyor. Dahası böylesi “noktasal” ve “oldu bitti”ye getirilmiş projeler tüm kentsel süreç ve sorunları algılamaktan uzak ve üretildikleri kentin ve bölgenin “kullanım değerini” görmezden gelen nitelikleriyle, fiziksel, ekonomik ve sosyal alanda yepyeni sorunları ve üst ölçekli planların adeta birer “kolaj çalışması”na dönüşmesi sürecini hazırlıyor. Tüm bunlara ilaveten, tanıtım, pazarlama ve sunuştaki tartışmasız başarılarına karşın, bu projelerin ülkemiz, kentlerimiz ve kent halkının sorun ve gereksinimleri yerine “ulusaşırı-küresel beklenti”, “kent topraklarını dolar yeşili gören gözlükler ” ve “yatırımın önünü açacak kolaylıklar”dan beslendikleri için “makyajları” ötesinde derinlik sunamıyor, çözüm bulayım derken kentlerimiz için “göz çıkarma” tehlikesini de beraberinde getiriyor.
Oysa kentlerimiz için üst ölçekli planlama çalışmalarının, kentin bütününde kurulacak ilişki ve dengelerin, doğanın, kültür varlıklarının yok varsayılmasının ya da ekonomik değeri dışındaki özellikleriyle görülmesini engelleyen gözlüklerin kentlerimizdeki bedelleri, kentlerimizin çehresini nasıl değiştirdiği, gecekonduları bile aratan apartmanlardan, kentsel ulaşım sistemlerini çökerten alışveriş merkezlerinden, kıyıyı kapatıp, ormanı yok eden ayrıcalıklı otellerden, kirli sulardan, çamur-asit yağan havadan, bir parça yağmurda sel basan dönüştürülmüş(!) dev yapılardan okunuyor.
Yaptığımız hatalardan ders almak ve onları tekrarlamamak kentlerimizin sorunlarından kurtulup, yaşanabilir mekanlar haline gelebilmek için ilk ve en önemli çıkış noktası belki de. Bunca soruna, afete, felakete ve riske karşın benzer yanlışlarda ısrar ediliyor olmasını ise, kente, kent toprağına bakış açısındaki sorunla ilişkilendirmek çok yanlış olmasa gerek.
Yapı, tesis, yol, alışveriş merkezi, otel vb. kullanımların, sorgusuzca, fütürsuzca ve gelecek kaygısı olmaksızın üretilerek bu alanların tüketilmesi, kentleri, kıyıları ve tarım alanlarını “rant arayışlarına” teslim ettiği gibi, bu alanlara dair geri dönüşü olmayan risk ve sakıncaları, turizmi, doğayı, kentleri öldürebilecek çok ağır bedelleri beraberinde getirecektir. Kıyılara ilişkin temel bakış açısı, kıyı bölgelerini tüketmeden, betonlaştırmadan, doğayı, tarımı, ormancılığı, balıkçılığı ve bunlara dayalı sosyo-ekonomik yapıyı öldürmeden, koruma-kullanma dengesi içinde değerlendirmek olmalı. Yapılaşma ise, bu korunması ve yaşatılması öncelikli alanlar dışında kurgulanmalı, kısıtlanmalı.
Tüm bu nedenlerle kentsel mekana, doğaya, kültür varlıklarına sonu gelmeyen bir iştah ve “rant gözlükleriyle” bakan “dolar yeşili gören” ve “afiyetle yenilecek turşu” olarak tanımlayan bu yaklaşımı iyi görmemiz ve yitirmemiz halinde geri kazanamayacağımız eşiz değerlerimiz için toplum olarak mücadele etmemiz gerek.
Her ne kadar toplum olarak sahiplenemesek de, gelecek nesillere borçlu olduğumuz kentlerimiz, kıyılarımız ve kültür ve tabiat varlıklarımıza yönelik düzenlemeler, ancak bu çerçeve içerisinde tartışılıp, sonuçlandırılabildiğinde doğru sonuçlar üretebilecektir. Kaybedenin sadece kentler, doğal ve kültürel varlıklar ve kıyılar değil toplum olarak bizzat “biz” olacağımızı görebildiğimizde, kentler de kıyılar da, bu risklerden kurtulabilecektir.
Planlamayı rant dağıtma aracına indirgeyen, birbiriyle ve kentle bütünleşmeyen projeler bütünü haline getirmeye çalışan, kentsel mekanı sadece ekonomik değeri üzerinden dolar yeşili olarak algılayan(!), kıyıları, kültür ve doğa varlıklarını bu ekonomik değerleri arttıracak unsurlar olarak tanımlayan bu sorunlu yaklaşım ve anlayış birliğine karşın, şehir plancıları ve onların Odası ile üniversiteleri, bilimin, kentlerin, kamu ve toplum yararının yanında olmaya, planlamayı ve kentsel mekanın kullanım değerini savunmaya devam edecek.

TMMOB
Şehir Plancıları Odası

Çerez Politikası & Gizlilik Sözleşmesi

Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için amaçlarla sınırlı ve gizliliğe uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Çerezleri nasıl kullandığımızı incelemek ve çerezleri nasıl kontrol edebileceğinizi öğrenmek için Çerez Politikamızı inceleyebilirsiniz

kişisel verilerinizin Odamız tarafından işlenme amaçları konusunda detaylı bilgilere KVKK sayfamızdan ulaşabilirsiniz.

"/>